“Halkın ve Hayatın Tarihinin Müziğe Yansıması” / Taner Öngür / Asrî Sadâ

Müzik tarihimizin en özel, en yaratıcı ve en üretken abilerinden Taner Öngür, geleneksel hale gelen yeni albüm çalışmalarına bu sene de bir yenisini ekledi. Türkiye’nin yakın tarihinde gerçekleşmiş ve topluma mal olmuş; absürt, eğlenceli, kriminal olayların progresif-surf-saykodelik tarzda yorumlanmasıyla ortaya çıkan Asrî Sadâ, daha önceki çalışmalar gibi 43.75 grubuyla beraber kaydedildi. 10 şarkıdan oluşan çalışmanın ritm gitar ve vokallerini Taner Öngür üstlenirken, solo gitarlarda Haluk Önol’u görüyoruz. Bas gitarlarını Arif Ortakmaç’ın çaldığı albümün davullarında da Moğollar’dan da tanıdığımız Kemal Küçükbakkal yer alıyor. Albümde yer alan şarkıların haberlerinin bulunduğu, Gökhan Akçura tarafından hazırlanan bir tabloid gazetenin de yer aldığı Tantana Records etiketiyle basılan ve 3 farklı renk çeşidi bulunan plaklar 7-8 Eylül tarihlerinde Kadıköy Plak Günleri’nde görücüye çıktı. Ben de geleneği bozmayarak soluğu Kadıköy’de, Taner abinin yanında aldım ve albüm hakkında 3-5 kelime sohbet ettim. En az albüm kadar keyifli bir söyleşi ortaya çıktı, şimdiden iyi okumalar!

IMG_9024

1-Geçen sene yaptığımız Sayko Ana röportajında daha farklı işler yapacağınızı söylemiştiniz, ama bunun gibi çılgın bir iş çıkacağını hiç tahmin etmemiştim, fikir nereden çıktı?

Aslında ben de tahmin etmemiştim. Şöyle başladı… 60’lardaki bir şehir efsanesi olan Cihangir Vampiri fikri kafamdan geçiyordu zaten. Aziz Nesin de “Cihangir vampiri geliyor yampiri yampiri” diye bir tekerleme çıkarmıştı zamanında, bu bana bir enstrümantal surf parçası ilhamını verdi arada da bir nakarat eklemeyi düşündüm. Sonra gazete haberini de görünce, müziğin arasında bunu okurum, sonra da vampirin yakalanma sahnesini eklerim dedim. Ortaya böyle teatral bir çalışma çıktı. Sonra ilk grubum olan Volkanlar ile beraber sahneye çıktığım Telgezer Çadırı geldi aklıma. O da hep kafamdaydı, “hadi, onu da yapayım bu konsepte uyar” dedim. Telgezer Çadırı da teatral bir şekil alınca Reşat Ekrem Koçu’nun “Tarihimizde Garip Vakalar” kitabını bir kez daha okudum. Dalkavuk parçasını da buradan çıkardım, altta akıp giden bir ritm üzerine meddah tarzında anlatırım diye düşündüm. Böyle böyle bir taslak oluştu işte, bu arada Gökhan Akçura ile görüşmeye başladık, o da bana bir sürü konu göndermeye başladı; İstanbul cinayetleri, Tophane hikayeleri, Bıçakçı Bekri’nin hikayesi vb. gibi bir sürü garip garip vakalar gönderdi. Ama istediğim tam olarak bunlar değildi, daha kriminal olaylar göndermesini istedim. Bu tarz konular ararken, notalar da göndermeye başladı. Oradan “Trak” şarkısı ortaya çıktı. Zamanında J.Alkan diye birisi bestelemiş bu şarkıyı, sonrasında da Trak gemisinin hikayesini öğrendim, “bu da harika” dedim listeye ekledim. Oradan da aklıma gazete yayınlamak geldi. Bu şarkılarla alakalı hikayeleri gazete olarak yayınlayalım dedim. Böylece konsept gelişmeye başladı, bütün kışı ilkbaharı bu heyecanla, bunları çıkararak geçirdik. Daha bir sürü parçalar vardı, elediklerimiz oldu. Gönül Hırsızı, Asrî Asrî Kızlar Oynayorlar Rumba falan… (Gülüyor) Albümün ismi Asrî Asrî Kızlar’dan geldi zaten. Asrî, modern anlamına geliyor, sadâ da bir çeşit ses, yankı gibi kullanılıyor. Aslında sound anlamına geliyor gibi de diyebiliriz. Modern bir sound gibi oluyor ama aslında modern bir sound değil yani… Bu çelişki de hoşuma gitti.

2-Peki bu albüm kaydıyla beraber arşiv dokümantasyon süreci ne kadar sürdü?

Sonbaharın ilk zamanlarında başladık sonra kış, ilkbahar falan diye devam etti. Zaten Haluk (Önol) da Heybeliada’da, aklımıza esenleri çalmaya başladık beraber. Tabii her notadan çıkardığımız parçaların hemen bas ve gitarlarını düzenledik başta. Parçaların orijinal düzenlemesine olabildiğince sadık kaldık. “Ayşe”den örnek verecek olursam… Ayşe Opereti’nin düzenlemesini çok önceden yapmıştım, Gülriz Sururi’nin babası Lütfullah Sururi‘nin hazırladığı notalar üzerinden yapılan 1966 yılındaki bir radyofonik uyarlamadan. Çok ilginçtir, başrolü de Zeki Müren oynuyor orada. Müziği, orkestrayı yöneten de ilk orijinal Ayşe Opereti’ni yöneten İtalyan şefin oğlu. 1966 yılındaki versiyonu da internette, YouTube’ta buldum. Orada üvertürü ve 15 parça bulunuyordu, nakarattaki meşhur “çok yaşa sen Ayşe” kısmı da dahil. Girişe de içindeki diğer şarkılardan 2’sini koydum. Üvertürü finale yerleştirdim, keman ve kontrpuanlarını iki gitara, bas ve davula bölünce de böyle ilginç progresif-surf operet gibi bir şey çıktı ortaya, her birinin ayrı bir hikayesi var yani.

3-Şarkılar demişken bu işlediğiniz konular hangi dönemleri kapsıyor?

Asrî Asrî Kızlar
, Trak Beni Bursa’da Bırak, Gönül Hırsızı, Ayşe gibi şarkılar hep 20’ler 30’lar arasında. Ama Cihangir Vampiri, 60’ların hikayesiydi. Telgezer de öyle. Yani biraz karışık, ama genel olarak 20’lerle 70’ler arasında gidip geldik.

4-Döneme baktığımızda çok fazla enteresan olay görüyoruz, peki bu olayların müziğe yansıması olmuş mu o zamanlarda?

Mesela, Trak Trak Beni Bursa’da Bırak, Bursa’daki gemiden esinlenilmiş bir şarkı. Çünkü 1934’te galiba, Atatürk gemi ısmarlıyor Almanya’dan, bir tanesinin ismi Trak. Trakya’dan geliyor ismi. Mudanya-Bursa seferleri yapan bu gemi, o yıllarda İstanbul’da çok popüler oluyor. Çelik Palas, Uludağ, Bursa gezileri yapılıyor kendisiyle. Aynı zamanda çok ucuz ve çok lüks, rahat bir gemi aslında. İstanbul halkının çok hoşuna gidiyor. Orkestra çalıyor içinde, barı var. Gençler, öğrenciler de binebiliyorlar. Popüler olan bir gezi aracı yani. J.Alkan diye birisi varmış, genç bir müzisyen. Nota kapağının üzerinde elinde gitarıyla resmi var o yüzden genç diyorum. Trak Trak Trak Beni Bursa’da Bırak diye bir şarkı yapıyor. O da seviliyor, 78’lik taş plağa basılıyor. Fakat gemi 40’lı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı zamanında asker taşıma işine tahsis ediliyor, asker almaya giderken bir fırtınada Kapıdağ Yarımadası’nın açıklarında bir kayalığa çarpıp parçalanıyor. 26 mürettebatı kayboluyor ve Trak Faciası diye gazetelerde haber oluyor. Bir de şehir efsanesi var bu olayın, o olaydan sonra, bu şarkının olduğu plaklar her dükkanda kendi kendine kırılıyor. Mistik bir söylentisi de var yani. (Gülüyor) Bütün bunları da görünce dedim “Ben bunu yaparım.“

5-Albümü baştan sona dinlediğimde bir Elektrik Gramofon tadı da aldım, devamı niteliğinde bir çalışma diyebilir miyiz?

Yok, ama bu konseptte işler devam edecek sanırım. Çünkü çok sevdiğim şeyler bunlar. O yılları özellikle çok seviyorum. 1930’lar çok önemli, çünkü cumhuriyetin kurulduktan sonra kurumsallaştığı bir rahatlama dönemi. Köy Enstitüleri, Atatürk Orman Çiftliği kuruluyor falan. Ülkenin demir ağlarla örüldüğü bir dönem, toplumda bir umut, idealist bir yaklaşım hakim. Ben babamdan da biliyorum bunu, öyle bir ruh var herkesin içinde. Hep söylenir ya “Cumhuriyetin fabrika ayarları” diye, tam o dönem işte. O yüzden seviyorum. Türk toplumunu hep öyle kibar, saygılı, modern, ileriye dönük, umutlu, idealist ve çalışkan görmek istiyorum diye de bir ukalalık yapayım. (Gülüyor)

6-Telgezer’de eski kültüre, panayırlara, eski dokulara bayağı bir değinmişsiniz. Eskiyi yaşatmakla bunu geleceğe aktarmak arasında nasıl bir yerde bu şarkı?

Zaten çadır tiyatrosu ve sirkler her zaman rock’n roll’un temalarından biri olmuştur. Mesela The Rolling Stones’un vardır 1968 yılında yaptığı Rock’n Roll Circus diye bir çalışması. BBC için gösteri hazırlamışlar ama yayınlanmamış. The Beatles’ın Benefit of Mr. Kite şarkısı tamamen bir sirk gösterisini anlatan bir çalışmadır örneğin. Bu hep rock’n roll fantezilerinde olan bir şey, e bizde de var olan bir durum bu. Aslında tel cambazlığı çok eskilere Orta Asya’ya falan dayanan bir şey. Özellikle Türk toplumunun Osmanlı’da da sıkça sürdürdüğü bir eğlence. Çok inanılmaz örnekleri var, Rıfat Telgezer de bu konunun son kahramanlarından biri. Tel cambazlığıyla da kalmamış, çadırıyla eğlence ve gösteri hayatına renk katmış, yön vermiş birisi. O yüzden unutulmaması gerekiyor bence. Mesela adam Heybeliada’da gösteri yapmış aylarca, Bakırköy Zuhuratbaba’da, Büyükada’da falan. O yüzden kendime yakın hissettim onu.

7-Cihangir Vampiri, albümün en gözde çalışması bence. Elinizden o kadar kriminal olay geçmiştir, neden özellikle Cihangir Vampiri’ni seçtiniz?

Ben ona şöyle bir isim taktım: “Asık Suratlı Komedi Rock”. Mesela o da şöyle gelişti, Kardaşlar’dan Seyhan Karabay’a anlattım, “Yahu ben onu tanıyorum, kadınlara asılırdı, vampir falan değildi” dedi. Bir de gazete haberine bakıyorum “Eski Vampir Tekrar Yakalandı” diyor, böyle bir saçmalık olur mu? Sonra bizim Cahit Berkay dedi, o da Cihangir’li olduğu için biliyor. “Ya ben biliyorum onu, boyu kısaymış, ara sokaklarda kızları öpmek için zıplarmış, boyunlarına kadar yetişirmiş, bu yüzden de vampir diye aranıyormuş, adı da öyle kalmış.” diye anlattı. Başlı başına absürt bir olay zaten, sonra da gözümde Cihangir’in ara sokakları canlandı, oh dedim çok eğlenceli bir tema gelecek şimdi (gülüyor) altta heyecanlı bir ritmle falan. Böyle çıktı ortaya yani.

8- Konuları hep toplumdan aldığınız için buna toplumcu bir sanat diyebilir miyiz?

Yani o kadar da iddialı konuşmayayım, bence gerek yok. Sonuçta bunlar yaşanmış ve görece unutulmuş olaylar. İyi ve hoş vakit geçirmek için yaptık biz bu çalışmayı. Albüm dinlenirken gazetesi okunduğu zaman geçmişe dönük hikayeler anlaşılsın, tarihle yüzleşilsin istedik. Gökhan Akçura’nın öyle bir serisi var mesela, Ivır Zıvır Tarihi diye. Bir sürü kitabı var, bisiklet hikayesi, eski fuarlar vb. şeyler. Yani tarihe bu tarz bir yaklaşımla bakmak da çok önemli, illa ki böyle devletlerin tarihlerinden, siyasi olaylardan bahsetmiyorum. Halkın, hayatın tarihi gibi bir şeyi müziğe de neden uygulamayalım dedik. Bizim de zevk aldığımız bir alan zaten, böyle de gider herhalde bilemiyorum.

9-Sound olarak hangi yönden gittiniz bu albümde? Harmanlanmış bir çalışma gibi hissettim dinlerken.

Bizim yapabildiğimiz, sevdiğimiz, çaldığımız tarz bu. Biraz surf gibi, arada biraz saykodelik dokunuşlar, işte Chet Atkins gibi blues gitar tınıları falan. Bizim sound’umuz bu, daha fazla ne kadar zorlayabiliriz ki? Rock’n roll sololarını Haluk (Önol) yapıyor, bu işin ustası o. Ben de akorlar ile riff’ler arasında dolaşıyorum, müzikal olarak aşırı iddialı bir grup değiliz yani, biz bunu yapıyoruz ama konularımızı da bu şekilde işliyoruz.

10-Konuları gazete olarak yayınlamak nereden aklınıza geldi?

Anlattığım gibi, Gökhan Akçura da bizi beslemeye, bize bilgiler göndermeye başlayınca, “bu işten gazete de olur” dedim. Kapak fotoğrafını da eskiden beri saklıyordum arşivimde. Gazete okuyan adamlar orada dönemin Akşam Gazetesi’ni okuyordu normalde, Asrî Sadâ’ya çevirdik. Böylece gazeteye de bir gönderme yaparız, plağın içine gazeteyi koyarız falan dedik. Konsept haline de dönüştürdük bu yolla. Baştan planlanan bir şey değildi, bir anda gelişti yani.

67893328_2419038904809370_389967723213357056_n

11-Türkiye’de konu veya tema bulmak hiç zor değil bence, bazı grupların konu bulamıyoruz, klişeleştik, tıkandık gibi yorumları sizce bahane mi?

Değil bence. Herkes bir şeyler söylemek istiyor ama ülkede toplumsal bir baskı olduğundan cesaret edemiyor. Birileri cesaret edince de, diğerleri bir yerden çıkıp “ben de yapmıştım” diyerek laf söylemeye başlıyor. “Siz niye yapmıyorsunuz?” diye soru soran çıkıyor. Bir itiş kakış yaşanıyor. Ben bu tartışmaları iyi buluyorum, çünkü tartışma olmadan bir şey gelişmez. Çok dinamik bir toplumuz biz aslında ama şöyle bir tehlike de var, bir konu topluma mal olunca ve yayılmaya başlayınca moda haline geliyor. İşte orada da tavsamaya başlıyor haliyle. Ama tabii bu her şey için geçerli, ideolojiler için bile. Farklı yaklaşımlardan, çeşitliliklerden tat alan bir toplum olmaya doğru gitmemiz gerekiyor. “Bak bunlar yapmış, siz niye yapmıyorsunuz?” diye sormaktansa, onları da yaptıkları işlerle kabul etmek lazım. Bence böylesi daha mantıklı. Tıkanmak da çok doğal bir süreç. Ben de uzun zamandır kendim söz yazamıyorum mesela, hangi birini yazayım o kadar çok acı var ki, bütün bunların yanında güzel şeyler de var. Hayat çok hızlandı, çok fazla konu var, onun için bir dinginleşmek lazım, bilemiyorum, ben de böyle bir yol buldum kendime.

12-Yıllardır bütün çalışmalarınızı evinizde kendiniz kaydediyorsunuz. Dijitalliğin müziğe etkisini nasıl buluyorsunuz peki?

Bence dijital-analog kavgaları anlamsız. Bu kadar süredir stüdyolarda ses mühendisliği yaptığım zamanlar da dahil dijitalle analog arasındaki ses farkını iddia edenler kadar fark edemiyorum. Önemsemediğim için, çünkü şöyle düşünüyorum: Kötü bir teybe bile kaydedilse iyi bir müzik her zaman iyidir. Önemli olan müziğin kendisidir yani. O sound bir şekilde çıkar, işin teknik kısmına bu kadar takılmak bana anlamsız geliyor. Teknik yerine içerik ve müziğe dikkat etmek daha mantıklı. Bizimki de dijital sonuçta, müziği bilgisayara kaydediyoruz. Ama bizim müziğimiz çalışımızdan, sevdiğimiz sound’dan ve olanaklarımızdan dolayı analog gibi tınlıyor ister istemez. Bilmiyorum, böyle bir olanağımız varsa neden kullanmayalım? Kalkıp bilmem kaç bin dolarlık makara kayıt sistemi alacak halim yok sonuçta, bu imkanımız varken kullanıyoruz. Biz popüler bir grup değiliz, büyük paralar kazanmıyoruz, elimizdeki olanaklar neyse onunla yapıyoruz.

13- Her yıl bir çalışma ortaya koymanın üretiminize nasıl bir etkisi var?
İşte dediğim gibi bütün seneyi eğlenerek, iyi vakit geçirerek bitiriyoruz. (Gülüyor)

14- Önümüzdeki zamanlarda bizi Taner Öngür cephesinden neler bekliyor?

Ben de bilmiyorum. Elimde bir sürü enstrümantal surf parçaları var, “Kapa Çeneni Gitarını Çal” diye bir albüm de çıkabilir. Nazım Hikmet’in, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinden çok uzun progresif şarkılar da gelebilir, yeni bir şeyler de yapılabilir veya bu seriye de devam edilebilir bilemiyorum yani.

Yorum bırakın